30 Ağustos Zafer Bayramı’nın 100. yılı kutlu olsun

Türk Ordusunun Mustafa Kemal Atatürk başkumandanlığında Yunan işgaline dur dediği, ülke topraklarının geri alındığı gün olarak kabul edilen 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın 100’üncü yıl dönümü kutlu olsun.

100 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde gerçekleşen Büyük Taarruz, Türk Ordusunun zaferiyle sonuçlandı.

Atatürk‘ün başkomutanlığında yapıldığı için Başkomutanlık Meydan Muharebesi adıyla da bilinen Büyük Taarruz’un başarıyla sonuçlanmasının ardından Yunan orduları İzmir’e kadar izlenmiş; 9 Eylül 1922’de İzmir’in kurtarılmasıyla Türk toprakları Yunan işgalinden kurtulmuştur.

1. Atatürk’e Göre Savaş ve Meydan Savaşı Nedir?

“Savaş, sürekli mücadele halinde bulunan gözle görülmez kuvvetlerin göze görünür şekil ve görünüş almasıdır.”[1]

“Savaş, nihayet meydan savaşı, yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; milletlerin çarpışmasıdır. Meydan savaşı, milletlerin bütün varlıklarıyla, bilim ve teknoloji alanındaki düzeyleriyle, ahlaklarıyla, kültürleriyle, özetle bütün maddî ve manevî kudret ve erdemleriyle ve her türlü araçlarıyla çarpıştığı bir sınav alanıdır. Bu alanda, çarpışan milletlerin gerçek kuvvet ve değerleri ölçülür. Sonuç yalnız maddî güçlerin değil, bütün kuvvetlerin, özellikle ahlakî ve kültürel kuvvetin üstünlüğünü görünür hâle getirir. Bu nedenle meydan savaşında yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün maddî ve manevî varlığıyla yenilmiş sayılır. Böyle bir sonucun ne kadar feci olabileceğini tahmin edersiniz. Yok oluş, yalnız savaş alanında bulunan ordu ile sınırlı kalmaz. Asıl, ordunun ait olduğu millet feci sonuçlarla karşılaşır. Tarih, başlarındaki tacidarların, hırslı politikacıların bir takım hayalî emelleriyle, aracı durumuna düşen işgalci orduların, işgalci milletlerin uğradığı bu tür sonuçlarla doludur.”[2]

Büyük Atatürk, bu sözleriyle sadece Türk milletine değil, bundan 103 yıl önce İngiliz egemen emperyalizmin teşvikleriyle Anadolu’yu işgal eden Yunanlıların bugünkü yöneticilerine ve Yunan halkına da seslenmektedir. İbret almaları gerekir. Fakat ortada 21. yüzyılda ABD egemen emperyalizmin desteğinde Ege Denizi’ndeki adaları fiilen işgal ile onları asker ve silahla donatmak, hem de uluslararası hukuka aykırı olarak ne kadar insani, demokratik ve dostane bir eylemdir, bunu ilgililerinin düşünmeleri, ibret almaları gerekenler sonuçların ne olacağını da görmelidirler.

2. 30 Ağustos Meydan Savaşı’nı Zaferin Mimarı Başkomutan Atatürk Anlatıyor

“Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve onun son dönemi olan 30 Ağustos Savaşı, Türk tarihinin en önemli bir dönüm noktasını oluşturur. Millî tarihimiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni yön vermekte kesin etkili böyle bir meydan savaşı hatırlamıyorum. Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk Devleti’nin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı; ölümsüz yaşamı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk kanları, bu gökyüzünde uçan şehit ruhları, Devlet ve Cumhuriyetimizin ölümsüz koruyucularıdır. Burada temelini attığımız “Şehit Asker” anıtı, işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, özverili ve kahraman Türk milletini temsil edecektir. Bu anıt, Türk vatanına göz dikeceklere, Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, hücumunu, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır.”[3]

“Öğleden sonra düşman, ateşten bir daire içine alınmıştı ve gözlerimle görüyordum ki düşman, şaşkınlık işaretleri gösteriyordu. Kuzeye, doğuya, batıya, güneye başvuruyorlardı. Her taraf ateş ile kapanmış idi, aynı zamanda piyadelerimiz ateşten vazgeçerek, süngülerini taktı ve bir an önce; düşman mevzilerine girmek için saldırdılar.”

“Bu son durumdan iki buçuk saat sonra, süngülerimiz düşman göğsüne girmiş ve sorun çözümlenmiş bulunuyordu. Aynı zamanda gece yaklaşıyordu ve sanki, gecenin karanlığı pek feci olan bu manzarayı, dünyanın gözlerinden saklamak için acele ediyordu. Gerçekten arkadaşlar, bu savaş cephesini ertesi günü gezdiğim zaman, üzüntü duymaktan kendimi alıkoyamadım. Bir asker için ve herhangi bir asker için, bu durum üzüntüyü gerektirir. Fakat, Allah’ın bunlara bunu yazgı olarak belirlemiş olmasına göre, burada bu duruma girenler asker değildir; bunlar herhalde caniler ve katillerdir.”[4]

“Bu Anadolu Zaferi, tarih arasında, bir millet tarafından bütünüyle benimsenen bir fikrin, ne kadar güçlü ve ne kadar zinde bir kuvvet olduğunun en güzel bir örneği olarak kalacaktır.” [5]

“Biz, bu harekâtı, sonucunu bütünüyle bilerek yaptık. Bü­tün bunlar, belki bütün dünyaya hayret verecek niteliktedir. Onun için, ordumuzun kudretini anlamayan ve anlamaktan âciz olanlar, bu çok büyük eseri beklenmedik bir tesadüf eseri gibi göstermek istiyorlar; fakat, hiçbir zaman öyle değildir. Harekât bütün ayrıntılarına kadar bütünüyle düşünül­müş, belirlenmiş, hazırlanmış, yönetilmiş ve sonuçlandırıl­mıştır.”[6]

“Beni, milletim, Türk milleti, güven ve itimadına lâyık görerek bu harekâtın başında bulundurdu. Bu görev ve me­muriyetimin mutlu anısını milletime karşı daima en derin minnettarlıklarla duygulanmış olarak zevk ile, övünç ile ko­ruyorum. Görevlerini milletin vicdanî arzusuna, gerçek ge­reksinimine, yalnız onun yüksek iradesine uyarak yapmış olanlara mahsus bir vicdan rahatlığı ile bugün huzurunuzda bulunurken duyduğum mutluluğu ifade edemem.”[7]

“Milletin yazgısını doğrudan doğruya üzerine alarak karamsarlık yerine ümit, perişanlık yerine düzen, kararsızlık yerine kararlılık ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin yiğit ve kahraman ordularının başında, bir asker bağlılığı ve davranışıyla emirlerinizi ye­rine getirmiş olduğumdan dolayı bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnunluk içindeyim. Kalbim bu sevinç­le dolu olarak, pek aziz ve saygıdeğer arkadaşlarımı, bütün dünyaya karşı temsil ettikleri özgürlük ve bağımsızlık fik­rinin zaferi nedeniyle tebrik ediyorum.”[8]

3. 30 Ağustos’un Önemi

“Afyonkarahisar – Dumlupınar Meydan Savaşı ve ondan sonra düşman ordusunu bütünüyle ortadan kaldıran veya tutsak eden ve kılıçtan kurtulanları Akdeniz’e, Marmara’ya döken harekâtımızı açıklama ve niteleme için söz söyleme­yi gereksiz sayarım. Her evresiyle düşünülmüş, hazırlan­mış, yönetilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu hare­kât, Türk ordusunun, Türk subay ve komuta kurulunun yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha belirleyen çok büyük bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin özgürlük ve ba­ğımsızlık fikrinin ölmez anıtıdır. Bu eseri meydana getiren bir milletin evlâdı, bir ordunun Başkomutanı olduğumdan, daima mutlu ve bahtiyarım.”[9]

“Bizim bu büyük zaferimizin doğuracağı büyük sonuçlar yalnız Türkiye’nin yazgısı üzerine etkili olmakla kalmayacak, aynı zamanda bütün zulüm görmüş milletleri, kendi yaşam ve bağımsızlıklarını tehdit eden ve baskılayan zalimler aleyhine hareket için yüreklendirecektir.”[10]

* Çanakkale ve Sakarya savaşlarında işgalci güçler geri püskürtülürken,

* Başkomutanlık Meydan Muharebesi ilk kez zaferle sonuçlanan taarruz savaşı olarak tarihe geçti.[11]

30 Ağustos 1922 yıllarca süren Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlandığını müjdeleyen bir tarih olarak da kayıtlara geçti.

İlk kez 1926 yılında Zafer Bayramı olarak kutlanan 30 Ağustos, her yıl çeşitli etkinliklerle yurt geneli ve KKTC’de kutlanmaktadır.

Bugün, Türk ordusunun Mustafa Kemal Atatürk başkumandanlığında Yunan işgaline dur dediği, ülke topraklarının geri alındığı gün olarak kabul edilen 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın 100’üncü yıl dönümü…

4. Atatürk; “30 Ağustos Zaferini Kazanan Akdeniz Yolunu Türk Süngülerine Açan Kahraman Türk Askerleri Kazanmıştır” Şeklindeki İfadesiyle, Zaferi, Türk Askeri’ne Atfetmek Alçakgönüllüğünü Göstermiştir

Atatürk, 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda tebrikleri kabul ederken şunları söylemişti:

“Bu zaferi kazanan ben değilim. Bunu asıl, tel örgüleri hiçe sayarak atlayan, savaş meydanında can veren, yara­lanan, kendini esirgemeden düşmanın üzerine atılarak Akdeniz yolunu Türk süngülerine açan kahraman askerler kazanmıştır. Ne yazık ki onların her birinin adını Kocatepe’nin sırtlarına yazmak mümkün değildir. Fakat, hepsinin ortak bir adı vardır: Türk askeri! Tebriklerinizi onların adına kabul ediyorum!”[12]

Mustafa Kemal kurtuluşun ve uluslararası saygınlığın, göstermelik barış görüşmelerinden, siyasi ödünlerden değil, savaş meydanlarından geldiğini söylüyordu. Nutuk’ta, Büyük Taarruz’a hazırlandığı dönemi anlattığı bölümde yalnızca o günlerde değil, her dönemde geçerli olan şu düşünceleri dile getiriyordu:

“Efendiler, 1922 yılı Ağustos’una kadar Batı devletleriyle olumlu anlamda ciddi ilişkiler kurulmadı. Ülkemizdeki düşmanı silah gücüyle çıkarmadıkça, ulusal gücümüzün buna yeterli olduğunu fiili olarak göstermedikçe, siyasi alanda umuda kapılmanın yeri olmadığı yolundaki inancımız,kesin ve sürekliydi. Bunun en doğru inanç olduğunu, doğal olarak kabul etmek gerekir. Bugünün koşulları içinde, birey için olduğu kadar, ulus için de, gücünü ve yeteneğini somut eylemlerle gösterip kanıtlamadıkça, kendisine saygı gösterilmesini ve önem verilmesini beklemek boşunadır. Güçten ve yetenekten yoksun olanlara değer verilmez. İnsanlık, adalet, mertlik gereklerini; bu niteliklerin kendilerinde bulunduğunu gösterenler isteyebilir. Efendiler, dünya bir sınav alanıdır. Türk ulusu, yüzyıllardan sonra yine bir sınav, hem de bu kez, en çetin bir sınav karşısında bulunuyordu. Bu sınavda başarılı olmadan, kendimize iyi davranılmasını beklemek, bizim için doğru olabilir miydi?” diyordu.[13]

Durumu bu gerçekliğiyle değerlendiren Başkomutan Mustafa Kemal bir ay boyunca ordunun büyük bölümünü, belli etmeden güney cephesine çekmeyi başardı. Birlikler, geceleri, “kimi zaman düşmanın birkaç yüz metre yakınından” sessizce geçerek; gündüzleri “keşif uçaklarından gizlenip, köylerde ya da ağaç altlarında dinlenerek”[14] Afyon ovasına kaydırıldılar. Eskişehir cephesinde,düşmanı yanıltmak için; “gereksiz yerlerde yol yapıyormuş gibi davranılıyor”, geceleri geniş bir alana yayı­larak “ateşler yakılıyor” ve gündüzleri süvariler, büyük bir ulaşım hareketi varmış gibi, atlarına iple bağladıkları çalıları sürükleyerek “yapay toz bulutlan” çıkarıyordu. Ana saldmya kısa bir süre kala Eskişehir yönünde göstermelik oyalama saldırısı, Aydın yönüne doğru yanıltıcı bir süvari harekatı yaptırdı. Sınırlı uçak sayısına karşın, pilotlara, düşman uçak­larının ne pahasına olursa olsun, Türk cephesi üzerine sokulmaması buyruğunu verdi. Eğitimleri bile tamamlanma­mış Türk pilotlar, bu buyruğu şaşılacak bir başanyla yerine getirdiler ve düşman uçaklarını cephe hava sahasına sokma­dılar. Büyük Taarruz’un zamanını öyle hesaplamıştı ki; ‘Rumların Yunan Ordusunu beslemek için ektiği ekinler büyümüş, ancak biçilmemiş olacak; ayrıca derelerin suyu çekilmiş olacağı için’ süvari birlikleri hızla ilerleyebilecekti.”[15]”

25 Ağustos akşamı, Anadolu’nun dış dünyayla haberleşmesini tümüyle kesti. Karargahını Şuhut yakınlarındaki dağlık bölgeye, oradan Kocatepe arkasındaki bir tepeye taşı­dı. 26 Ağustos sabahı, gün doğumuna bir saat kala, savaşı yöneteceği Kocatepe’ye geldi. “Düşüncelerine gömülmüş, konuşmuyordu. Durmadan doğuya, güneşin doğacağı ufka bakıyor­du. Orada kızıl pırıltı belirip, Anadolu yaylasına güneş doğarken birden, gürüldeyen bir gök gibi, topçu baraj ateşi başladı. Yunan Ordusu uykusundan uyandı. Birçok komutan, o gece Afyon’da gittikleri balodan ancak iki saat önce dönmüştü.”[16]

Bütün komutanlara, birliklerini cephe hattından yönetmelerini emretmişti. Çevreleri, ele geçirilmesi gereken ve bir çanak gibi giderek yükselen sarp ve kayalık tepelerle sarılıydı. Her biri bir Türk tümenine hedef gösterilen bu tepeler, zirvesine dek yokuş yukarı bir hücumla alınması gerekiyor­du. Çok kanlı bir savaş başlamıştı. Kur’an okunarak kılınan sabah namazından sonra erler, başlarında subayları olmak üzere, bir yılda hazırlanan ve geçilemez denilen demir örgü­lerin, dikenli tellerin üzerine atıldılar. “Yunan mitralyözleri, dalga dalga gelen Türk askerlerini ot gibi biçti. Biraz sonra, ölüler tel örgülerin önünde ehramlar gibi üst üste yığılmış, katı toprağın yüzünde akan kanlardan kızıl gölcükler oluşmuştu. Ancak arkadan gelenler, arkadaşlarının ölüleri üzerine basarak tırmanıyor ve tel örgüleri aşıyordu. Kemalettin Sami, bu kırıma fazla bakamadı, başını çevirdi. Sonra tepeden bir imamın ezan sesini duydu. O zaman anladı ki, mevzi ele geçirilmiştir.”[17]

Sabah dokuz buçukta, yani birkaç saat içinde, iki tepe dışında tüm hedefler ele geçirilmişti. Ani vuruş tam olmuştu. Yunanlılar, bir aydır kendilerine yaklaşan ve bir gece önce gizlice yamaçlardan tırmanıp yanlarına dek sokulan Türk birliklerinin varlığını, akıllarından bile geçirmemişlerdi. Bü­yük saldırıyla karşı karşıya olduklarını çok geç anladılar Anladıklarında da artık iş işten geçmiş, savaşı hemen hemen yitirmişlerdi. Türk süvarileri arkalarından dolaşarak İzmir demiryolunu kesmiş ve çemberi tamamlamışü. Koskoca Yunan Ordusu yok olmak üzereydi.

Dört gün sonra, 30 Ağustos’ta, büyük saldın tamamlandığında, Anadolu’daki Yunan Ordusu’nun yarısı, yani yüz bin asker yok edilmiş ya da esir alınmıştı. Ordu Komutanı General Trikopis karargahıyla birlikte, tutsak edilmişti. Ordu’nun diğer yansı, “köyleri, kentleri, ekinleri yakarak; erkek, kadın, çocuk önüne gelen herkesi öldürerek bir sürü halinde”[18] denize doğru kaçıyordu. Anadolu’ya gelirken aldıklan “yok etme emrini”, kaçarken bile yerine getiriyorlardı.[19]

Lord Kinross, “Atatürk” adlı yapıtında, Yunan Ordusu’nun dağıldığı o günler için şunları aktarır:

“Mustafa Kemal, karargahını savaş alanına yakın, harap olmuş bir köye taşımıştı. Onun geldiğini duyan köylü kadınları çaresinde toplanmış, ürkek ve sıkılgan taınrlarıyla, Yunanlıların kendilerine yaptıklannın öcünü alınasını istiyordu. Çadırından çıkarak bir sandalyeye oturdu; üstle­ri başları paramparça, kan ve toz içinde gelen Yunan esirlere bakmaya başladı. Aşırı neşesi gitmiş, yerini düşünceli bir hal almıştı. Ne kadar alışık olsa da savaşın vahşiliği, bu yıkıntı sahnesi onu sarsmıştı. Yanında bulunan emir subayına, savaşların yarattığı yıkımdan ne kadar tiksindiğini açıkladı. Yerdeki bir Yunan bayrağını göstererek, kaldırılmasını ve bir tüfeğe sarılmasını emretti. Önü­ne getirilen esirler arasında, Selanik’ten tanıdığı bir subayı gördü. Esir Yunan subayı, omuzlarında bir işaret görmeyince rütbesini sordu. Şimdi ne olmuştu; binbaşı mı, albay mı, yoksa general mi? Mustafa Kemal, Mareşal ve Başkomutan olduğunu söyledi. Yunan­lı, ‘bir başkomutanın cepheye bu kadar yakın yerde olması, görül­müş şey değil’ dedi. Gazi gülerek, ‘yakında Selanik’i alıp, bağımsız bir Makedonya kuracağız. Seni orada komutan yaparım’ dedi.”[20]

1 Eylül’de, orduya Akdeniz’i ilk hedef gösteren ünlü bil­dirisini yayınladı. Subay ve erlerine duyduğu sevgi ve güve­ni yansıtan bu bildiride ordusuna; “zalim ve mağrur bir ordu­nun asli unsurlarını, inanılamayacak kadar kısa bir zamanda yok ettiniz. Büyük ve soylu milletimizin fedakarlıklarına lâyık olduğu­nuzu kanıtlıyorsunuz. Sahibimiz olan büyük Türk milleti, gelece­ğinden emin olmakta haklıdır. Savaş alanlarındaki ustalık ve feda­kârlığınızı yakından görüyor ve izliyorum.. Bütün arkadaşlarımın, ilerlemesini ve herkesin akıl gücü, kahramanlık ve yurtseverlik kaynaklarını yarıştırarak kullanmaya devam etmesini isterim” diyor ve “ORDULAR! İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ’DİR. İLERİ!” buyruğunu veri­yordu.[21]

İtilaf Devletleri, 4 Eylül’de gönderdikleri bir telgraf yazı­sıyla, İzmir konsoloslarının Mustafa Kemal’le görüşmek için yetkili kılındığını, görüşmenin nerede ve ne zaman yapılabi­leceğini sordular. Amaçları, ateşkes sağlayarak, Yunan Ordusu’nun yok olmasını önlemekti. Savaşın sonucu belli, bitiş günü ise henüz belli değildi. Alaycı bir yanıt verdi. Konsolos­larla, 9 Eylül günü Nif (Kemalpaşa)’de görüşebileceğini bil­dirdi. Nutuk’ta bu bildirimi aktarırken Türk Ordusu’nun başardığı işin büyüklüğünü ve subaylarına olan sevgisini şöyle dile getirmiştir:

“Ben, dediğim gün gerçekten Kemalpaşa’da bulundum. Ancak, görüşme isteyenler orada değildi. Çünkü ordula­rımız İzmir rıhtımında, verdiğim hedefe, Akdeniz’e ulaşmış bulu­nuyordu. Efendiler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve ondan sonra düşman ordusunu bütünüyle yok eden ya da tutsak alan ve kılıç artıklarını Akdeniz’e, Marmara’ya döken harekatımızı açıklamak ve niteliklerini anlatmak için söz söylemeyi gerekli görmem. Her aşaması düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış bu harekât, Türk Ordusu’nun, Türk Subayının ve komuta kurulunun yüksek güç ve kahramanlığını, tarihte bir daha tespit eden ulu bir yapıttır. Bu yapıt, Türk milletinin hürriyet ve istiklâl düşüncesinin ölümsüz anıtıdır. Bu yapıtı yaratan bir ulusun evladı, böyle bir ordunun Başkomutanı olduğum için sevincim ve mutluluğum sonsuzdur.”[22]

Gerçek zafer 30 Ağustos Zaferi ve gerçek Başkomutan da ATATÜRK’tür. Türk milleti onu kalbine ve başına taç yapmıştır. Ölümünden 84 yıl sonra kurduğu Cumhuriyeti kurucu değerleri üzerinden yeniden O’nu kendine kılavuz edinerek mutlaka inşa edecektir. Ölümünden sonra da milletine ve dünyaya yol, yön gösteren başka bir dehâ dünya lideri, önderi örneği var mı? Kurucu önderine sadakat insanlık, Türklük ve iman borcudur.

Gafil, hangi üç asır, hangi on asır,

Tuna ezelden Türk diyarıdır.

Bilinen tarihler söylememiş bunu.

Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,

Dinleyin sesini doğan tarihin;

Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak,

Yalan tarihi görüp, doğru tarihe giden.

Asya’nın ortasında OĞUZOĞULLARI,

Avrupa’nın Alplerinde Oğuz torunları.

Doğudan çıkan biz, batıdan yine biz,

Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz.

Hep insanlar kendilerini bilseler,

Bilinir o zaman, ki hep biliriz.

Türk sadece bir ulusun adı değil,

Türk, bütün adamların birliğidir.

Ey birbirine diş bileyen yığınlar,

Ey yığın yığın insan gafletleri!

Yırtılsın gözlerindeki gafletten perde

Dünya o zaman görecek

Hakikat nerde, hakikat nerde?

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

(Vedat Şenermen’in köşe yazsından alıntılanmıştır)

Haber

İlginizi Çekebilir